İnsanın yaratılışından günümüze, hangi toplum ve yaşta olursa olsun kadın vazgeçilmez bir varlık olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak kadın ve erkek arasındaki cinsiyete dayalı ayrımcılık incelendiğinde, kadının vazgeçilmezliğinin aksine, erkek üstünlüğü ön plana çıkmaktadır. Bu üstünlük hemen her alanda kendini göstermektedir.
Erkekler tarih boyunca kadınları ikinci sınıfa almayı nasıl başardı? Türk tarihine baktığımızda kadınlar kutsal varlıklar olarak görülüyordu. Töre, kadınlara büyük haklar ve ayrıcalıklar verdi. Türk devletlerinde kadın hiçbir zaman arka plana atılmamıştır. Türkler, Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte devlet olarak güçlerini kaybetmeye başlayınca kadınlar da güçlerini kaybetmişlerdir.
Osmanlı saraylarında kadının gücünden bahsedilir. İsteyen istediği yöne çekip çevirebileceği bir ‘Hürrem’ türküsü söylenir. Nereye çekilirlerse çekilsinler Osmanlı’nın kadına verdiği değer kaybolmaz. Cumhuriyet ilan edilirken kadına değer ve önem verilmeye çalışıldı, ancak zamanla Avrupa hayranlığı nedeniyle kadına bakışımız değişmeye başladı. Ayrıntılara girmeye gerek yok. Hepimiz neyin ne olduğunu biliyoruz. Kadın sorunları gün geçtikçe arttı ve çeşitlendi.
Bu sorunları biraz incelemeye çalışmamız gerekirse şu temel tespitleri yapabiliriz;
Kadınlara medeni hakların tanınmasının üzerinden yıllar geçmesine rağmen bu konudaki sorunlar çözülmemiştir. Halen resmi nikah yaptırmayan ve imam nikahını yeterli bulan çiftlerin sayısı oldukça fazladır. Bunun kadın ve çocukların hukuki durumu açısından ciddi sorunlar yarattığı bilinse de yanlış uygulama devam etmektedir.
Birden fazla kadınla evlenme olgusu da tüm önlemlere rağmen ağırlığını koruyor. Bu konuda son yıllarda ciddi tartışmalar olmasına rağmen devlet sorunun çözümüne yönelik herhangi bir adım atmış değil. Aile Bakanlığı’nın geçici çözüm arayışı dışında etkili bir adım atılmadı.
Ülkemizde kadınların aile içinde yaşadıkları sorunları aile türlerine göre ayrı ayrı incelemek gerekmektedir. Türkiye’deki aile tiplerini kır-kent aile tipleri olarak ikiye ayırabiliriz. Kırsal aile tipinde kadının aile dışında neredeyse hiçbir yaşamı ve bireysel özgürlüğü yoktur. Ayrıca bu aile tipinde kadın genellikle içinde bulunduğu durumun kendisi için ne kadar elverişsiz olduğunun farkında değildir.
Geleneksel ailede erkek otoritesi çok belirgindir. Ortak karar alma diye bir şey yok. Kadın, kırsal aile tipindeki kadın kadar özgür değildir. Bu duruma tepki verecek donanıma ve desteğe sahip değil.
Büyük şehirlerin kasaba ve kırsal kesimlerinde yaygın olan bu aile tipi, Türkiye’de de en büyük oransal paya sahiptir. Geçiş halindeki aile, geçmiş/geleneksel değerler ile çağdaş değerler arasında bir geçişin olduğu aile tipini ifade eder. Ataerkil yapı hala ağırlığını koruyor.
Bugün Türkiye’deki toplam istihdamın yaklaşık %30-40’ını kadınlar oluşturuyor. Ancak yöneticilik görevlerinde ve yüksek bilgi ve donanım gerektiren mesleklerde bu oran düşmektedir.
Kırsal kesimde çalışmanın yükü neredeyse tamamen kadınların omuzlarında. Kadınlar hem evde hem de tarlada çalışıyor. Karşılığında ne bir geliri ne de sosyal güvencesi vardır.
Türkiye’de çalışan kadınların yaklaşık %70’inden fazlası kırsal kesimde ücretsiz aile işçisi olarak çalışan kadınlardır. Kentsel alanlarda yaşayan kadınların yaklaşık %15’i çalışmaktadır.
Genel olarak Türkiye’de çalışan kadınların yaklaşık %60’tan fazlasının ücretsiz aile işçisi olduğu görülmektedir. Bu, her üç çalışan kadından ikisinin, maaş alamamak bir yana, sigorta ve sosyal güvenlikten yoksun olduğu anlamına geliyor.
Ücretli çalışan kadınlar arasında sigortası ve sosyal güvencesi olmayanlar çoğunluktadır. Nitekim Türkiye’de sigortalıların sadece yaklaşık %10’u çalışan kadındır. Kadınların siyasete ilgisi ve siyasete katılımı genel olarak çok düşüktür. Bu özellikle kırsal alanlarda belirgindir. Diğer konularda olduğu gibi bu konuda da cinsiyet eşitsizliğinde belirleyici olan egemen kültürdür.
Kadınların siyasi hayatta yeri olmadığı ve siyasetin erkeklerin işi olduğu inancı hala çok yaygın. Daha da kötüsü, bu inanç çoğu kadın tarafından paylaşılıyor.
Ülkemizdeki sorunların çoğu, kimlik bunalımı ve küreselleşmenin getirdiği kafa karışıklığıdır.